Edebiyat ve Kültür

 



 Edebiyatımızın temelinde sözlü kültür geleneği vardır. Bunlardan bir kısmı yazıya geçmiştir. Sözlü kültürün hem olumlu hem olumsuz yanları bulunur. Olumsuz yanı sürekli değişmesidir. Örneğin Radloff, Kırgızların Manas Destanı'nı incelerken farklı kişilerden bu destanı dinlemiştir ve herkesin farklı bir destan anlattığını fark etmiştir. Bunun sebebi de sözlü kültürde olduğu için eklemeler yapmanın mümkün olmasıdır. Bu durum için "Söz uçar yazı kalır." diye bir atasözümüz bile vardır. Sözlü kültürdeki unsurlar yazıya geçirildiğinde sabitlendiği için daha kalıcı hale gelir. Yazıya geçmezse son temsilcisi de hayattan gittiği zaman unutulur. Buna bağlı olarak her köyden ve kasabadan masal, hikâye, destan toplamak mümkündür. Atatürk Üniversitesi Türk Halk Edebiyatı Kürsüsü hocaları ve öğrencileri bunlardan bazılarını toplamışlardır. Bugün de internette bizim her şeye ulaşmamız mümkündür ve bu sebeple bu gelenek devam etmemektedir. Bizim internetten her şeye ulaşmamız bu kadar mümkünken bu geleneğe başvuracak kişi sayısı da azalacaktır. Oysaki bunların toplanması gerekir.

 Türk halk edebiyatında insanların yaşayışını, değerlerini, geleneklerini buluruz. Bu edebiyatta son derece zengin bir şekilde insanın hayatının tüm dönemleri yer alır. Örneğin Yunus Emre'nin veya Karacaoğlan'ın şiirlerine baktığımız zaman insanın tüm duygularını ve değerlerini görürüz. Türk halk edebiyatı aşk, ölüm, özlem, hasret, tabiat sevgisi, ahlak, kahramanlık, din duygusu, alay, acıma gibi birçok konuyu işler. Bu yönden halk edebiyatı aslında çok zengin bir edebiyattır. Bizim üzerimize düşen görev ise bu edebiyatı korumaktır.

 Halk edebiyatını yaşatmak için onu farklı dönemlerde yeniden ele almak ve işlemek gerekir. Örneğin Faust, bir Orta Çağ Alman efsanesine dayanır. Birçok yazar da işlemiştir ancak en güzel işleyen Alman edebiyatını Yunan edebiyatından kurtaran ve aslında yeni bir Alman edebiyatı yaratan Goethe'dir. Bugün Faust dediğimizde aklımıza ilk olarak Goethe gelir. Bunun sebebi de Goethe'nin halk kültüründen yararlanarak yüksek bir kültür ürününün oluşturulmasına örnek vermesidir.

 Ziya Gökalp, bu noktada "Önce garba doğru, sonra halka doğru" diye bir düşünce geliştirir. Bu düşünce, sanatkârın önce Batı'nın eserlerini okumasını, onların bu büyük ve unutulmaz eserleri meydana getirirken izledikleri yolları ve daha birçok şeyi öğrenip daha sonra ülkesine dönerek aynı şekilde bu düşünceleri benimseyip ülkesi adına büyük eserler meydana getirmeye çalışmasına dayanır. Bu da oldukça doğru bir yaklaşım olacaktır. Madem Batı'da bu kadar güzel ve büyük eserler meydana geliyor, biz neden onların bunu nasıl başardıklarını görmezden gelelim? Biz de onların yaptığı şekilde güzel eserler meydana getirebiliriz.

 Milli edebiyat ile beraber edebiyatçılar Türk halk şiirlerini, destanlarını, halk hikâyelerini, masallarını işleyen güzel eserler meydana getirmişlerdir. Özellikle Ziya Gökalp, Türk halk masallarını ve destanlarını farklı şekillerde işlemiştir. Ömer Seyfettin de aynı şekilde halk edebiyatı unsurlarından yararlanmıştır. Örneğin "Başını Vermeyen Şehit" adlı hikâyesinin konusunu Peçevi tarihinden alır. Bazı hikâyeleri tamamen halk inanışlarını ve değerlerini ortaya koyar. Aslında bunun başlangıcında Şinasi ve Ahmet Midhat vardır. Şinasi, halk atasözlerini toplamıştır. Türkçenin yeni bir nesir dili haline gelmesi için çalışmalar yapmıştır. Ahmet Midhat, geleneksel anlatı metinleriyle halkın sevebileceği, anlayabileceği bir tür ortaya koymaya çalışmıştır. Bu sebeple eserleri halk tarafından büyük bir ilgi ile takip edilmiştir. Aynı zamanda halk kültürünün birçok değerini romanlarında canlandırır. Örneğin Jöntürk romanında yüz sayfalık bir düğün tasviri bulunur. Halkın ne kadar geleneği varsa burada ayrıntılarıyla anlatır. Düğün adetleri üzerinde durur. Bu sebeple bu konuda araştırma yapacak kişilerin gideceği bir kaynak da Ahmet Midhat'ın romanlarıdır. Bu eserler, kültürümüzde olan bir değerin edebiyata nakledilmesi açısından önemlidir.

 Halk edebiyatı, bizi halka yaklaştıran en iyi vasıtadır. Bu edebiyat, cumhuriyet dönemi edebiyatına da ilham kaynağı olmuştur. Bu dönemde Goethe'nin Faust'u kadar güzel bir eser meydana getirilmemiş olsa bile halk edebiyatı ile yeni edebiyat arasında bir köprü kurulmuştur. Mehmet Emin ile başlayan Türkçe şiirler, cumhuriyet döneminde daha ileri bir noktaya gitmiştir. Bu dönemde hece veznine dönüşler olmuştur. Örneğin "Beş Hececiler" veya "Yedi Meşaleciler" hem hece vezni ile hem de halk hayatı ile ilgili yazmışlardır. Faruk Nafiz'in "Han Duvarları" ve "Çoban Çeşmesi" başta olmak üzere birçok eseri böyledir. Böylece halkla aydın arasındaki uçurum kalkmaktadır. Halk aydına, aydın da halka yabancılaşmamalıdır. İkisi arasında bir denge kurulmalıdır. Aydının bir görevi de halkın kültürüne yabancılaşmamaktır. Zaten Batı'da da böyle olmuş ve sonucunda birçok başarılı eser meydana getirilmiştir.

 Halk kültüründe halkın birçok değerleri dile getirilir ve dile getirilen değerlerden birisi yiğitliktir. Oğuz Kağan Destanı'ndan beri Alp tipi son derece önemlidir. Bu tip kahramandır ve kendi milleti uğruna her türlü fedakârlığı göze alacak bir yapıya sahiptir. Bunun yanı sıra aşk, din, iyilik duyguları gelir. Bunlar işlenirken daha çok manevi duygulara önem verilir. Sözlü kültürden günümüze kadar gelen bu unsurlar oldukça önemlidir. Bugün de ülkemizde bu konuda araştırmalar yapılmaktadır.

 Türk kültüründe yazılı edebiyat 8. yüzyılda başlar. Bu dönemden itibaren Türk edebiyatı oldukça zenginleşmeye başlamıştır. Türkler İslamiyet'i kabul ettikten sonra yazılı edebiyat geleneği oluşmuştur ve birçok eser meydana gelmiştir. Türk milletinin tarihini, edebiyatını, şahsiyetini tam olarak bilmek için halk arasında devam eden sözlü edebiyatın yanı sıra yazılı edebiyata da gereken önemi vermemiz gerekir.

 Orhun Yazıtları, yazılı edebiyatımız açısından oldukça önemlidir. Bu yazıtlar bize Türklerin ne zaman yazılı metinlere geçtiği hakkında bilgi verir. Orhun Yazıtları sadece bir dil belgesi değil aynı zamanda tarihi bir nutuk niteliğindedir. Çinlilerin yaptığı kötülükler anlatılır ve ikazda bulunulur. Örneğin "Çinlilerin sözüne, verdiği ipeğe kandın. Şimdi Türk kadınları cariye, Türk erkekleri köle oldu" gibi ikazlar bulunur. Aynı zamanda o dönemde yaşanan meseleler, Çin ile olan ilişkiler anlatılır. Bu sebeple Orhun Yazıtları, hem tarihi açıdan hem edebiyat hem de dil açısından oldukça önemli bir belgedir. Bugün biz bu yazıtlar sayesinde Türkçenin gelişimi hakkında araştırmalar yapabiliyoruz.

 Bugün Sovyetler Birliğine bağlı Türk topluluklarının hepsi yazılı edebiyata sahiptir. Dünyada 150 milyona yakın insan Türkçe konuşmaktadır fakat kültür etkileşimi çok fazla olmadığı için bu lehçeler arasındaki benzerlikler de fazla değildir. Sovyet Birliğine bağlı Türk toplulukları her ne kadar Türkiye edebiyatını takip ediyor olsalar bile Türkiye'de bu toplulukların edebiyatlarına olan ilgi oldukça azdır. Türkiye'de Azeri, Özbek, Kazak, Kırgız vb. Türk edebiyatlarını okutan kürsüler yoktur. Bu oldukça yanlıştır çünkü Türkiye'de Alman, Fransız, Rus, Çin, İtalyan, Arap dillerinin ve edebiyatlarının okutulduğu birçok okul varken bu Türk topluluklarının edebiyatlarının da okutulması gerekir.

 Türkiye'de birçok Batı dillerinin ve edebiyatlarının okutulmasına karşı diğer Türk topluluklarının dillerinin ve edebiyatlarının okutulmamasının başlıca sebebi çağdaşlaşmak isteğinden gelen duyguyla milli kültüre fazla değer verilmemesidir. Bu her ne kadar yanlış bir yaklaşım olsa da şu an çağdaşlaşma aşamasında olan Türkiye'de o seviyeye ulaşılınca diğer Türk topluluklarının edebiyatlarına da gereken önem gösterilecektir.

 Türkler geçmişte Budizm, Maniheizm, Hristiyanlık, Musevilik gibi farklı dinlerden etkilenmişlerdir. Bu dinlerle beraber yüksek bir medeniyet ve edebiyat da oluşmuştur. Özellikle Uygurca metinler dilimize yönelik güzel kaynaklık etmekte ve bugün de Avrupalı bilim adamları tarafından araştırılmaktadır. Türkler bu etkilendikleri dinler, yaşayış tarzlarına ve geleneklerine aykırı olduğu için çok benimsenmemiştir ancak İslam ile tanışınca bu dini oldukça fazla benimsemişlerdir. Türklerin İslamiyet'i kabulünden sonra o güne kadar oluşan yazılı edebiyat İslamiyet ile sentezlenmiştir. Bu dönemde Türk edebiyatı, Arap ve Fars edebiyatı etkisi altında kalmıştır ve buna göre eserler vermişlerdir. Bu üç edebiyatın birleşimine "Ortak İslam Edebiyatı" denilmiştir.

 Türkler İslamiyet'i kabul ettikleri zaman Büyük Selçuklu Devleti'ni, Anadolu Selçuklu Devleti'ni ve Osmanlı Devleti'ni kurmuşlardır. Bu dönemden itibaren oldukça önemli edebiyatlar gelişmiştir. Divan edebiyatına baktığımız zaman güzel ve büyük bir edebiyat olduğunu görürüz. Bugün okuduğumuzda o hayaller, mazmun sistemi, sembolik değerler bize şu an uzak gelebilir ancak o dönem için çok etkileyicidir. Bu noktada dilimize Arapça ve Farsça kelimeler girmiştir, aruzda birtakım kusurlar olsa da iyi şairler yetişmesiyle beraber edebiyatımızda güzel eserler ortaya çıkmıştır. Tanpınar bu konuyu "Adeta aruzun yabancı bir vezin olduğunu hissettirmeyecek derecede yazmışlardır." diye vurgular.

 Divan edebiyatına birçok bakışlar vardır. Bunun temelinde Namık Kemal'in düşünceleri vardır. Namık kemal Divan edebiyatını eleştirirken "Bu edebiyat hayallere dayanmaktadır, çağımız için ideal insan tipini yetiştirmemektedir." ve "Bu edebiyat çağın dünya görüşünü karşılamıyor" diyerek reddeder. Onun beklediği edebiyat vatan, millet, hürriyet, insan iradesi gibi konuları işleyecek bir edebiyattı ve bunun da ilk örneklerini ortaya koymuştu. Eski konular içerisinde yeni insan tiplerini işlemiştir. Kaside Divan edebiyatı döneminde devlet büyüklerini övmek için yazılırdı. Namık Kemal ise kasideyi soyut kavramları (hürriyet vs.) öne çıkarmak için yazmıştı. Bu eski edebiyat tenkidi zaman içerisinde yeni edebiyata gidişi de doğurmuştur ancak bununla birlikte insanın kendi kültürünü tanıması için tüm edebiyatlarını öğrenmesi gereklidir. Eski edebiyat dil farkı sebebiyle anlaşılmadığı için reddedilmiştir fakat bugün öğrencilere şairlerin güzel gazellerini, kasidelerini, bunların içerdiği manayı anlatmak gerekir. Divan edebiyatı oldukça zengin bir edebiyattır ve mutlaka okutulmalıdır.

 İslami dönem Türk edebiyatı aynı zamanda Türk sanatını ve medeniyetini aydınlatır. Bu dönemde din ve tasavvuf, savaş (gaza), aşk ve yaşama sevinci, tabiat, sanat, mimari, musiki gibi birçok konu ele alınmıştır.

 Mevlana ve Yunus Emre ile beraber Anadolu'da oldukça zengin bir tasavvuf edebiyatı gelişmiştir. Bu şairlerin her ikisi de çok büyük şairlerdir. Mevlana'nın Mesnevi'si neredeyse herkes tarafından okunmuştur. Bugün Mevlana ve Yunus Emre sadece Anadolu'da kalmamış, dünyanın her yerinde adına araştırma yapılan isimler haline gelmişlerdir. Adlarına Batı'da kürsüler kurulmuştur. Bu noktada bu şairler yalnızca bize değil tüm dünyaya seslenmişlerdir. Onların eserlerinin temelinde hayata ve insana dair en derin meseleler ve hakikatler bulunur. Bu sebeple hangi milletten olursa olsun her okuyan onlarda kendisine ait bir şeyler bulur.

 Tüklerin İslamiyet'i kabulünden sonra edebiyatta yeni bir tip ortaya çıkar. Buna "Alperen" veya "Gazi" tipi denir. Bununla birlikte Gazavâtnâme türü de ortaya çıkar. Bu türdeki eserler Anadolu Türk devlerinin nasıl kurulduğunu anlatır. Bu da edebiyatın kahramanlık yönünü gösterir.

 Divan edebiyatının bir konusu da aşk ve yaşama sevincidir. Bunu da en yüksek noktaya Nedim getirmiştir. Bu konuları son derece güzel bir şekilde nakletmiştir. Bunun yanı sıra ölüm, fanilik duygusu, Tanrı, hayat, aşk, tabiat güzelliği gibi konular da işlenmiştir. Aynı zamanda insanı yücelten, sevmeye, iyilik yapmaya, yaşamaya, düşünmeye sevk eden konular da işlenmiştir. Yunus Emre'nin "Yaradılanı severim yaradandan ötürü" sözü bu yaşama sevincini ortaya koyar. İnsana ait evrensel hakikatleri anlatan eserler ortaya koymuştur. İnsan yaratılışında ne varsa Mevlana ve Yunus Emre'nin eserlerinde de vardır.

 Yahya Kemal ve Tanpınar Batı'nın gücünü kaynaklara dönmekte bulur. Örneğin Yahya Kemal'in Divan edebiyatına dönmesi, Tanpınar'ın önemli şehirlerimizdeki kültür ve medeniyet unsurlarına dönmesi de bunu gösterir. Batı'da bu çok fazla yapılır. Eski olan şeyler yeni olarak işlenir. Bu yüzden Tanpınar "Yenilik getiren her sanatkârda mutlaka maziye dönük bir yön vardır." demiştir. Yenilik getirmek için mutlaka eski kültüre ve kaynaklara dönmek gerektiğini vurgular. Yine Abdülhak Şinasi Hisar ve Kemal Tahir de bunu vurgulayan yazarlardandır. Eğer kalıcılığı yakalamak istiyorsak edebiyat geleneğini ve kültürü çok iyi bir şekilde bilmeliyiz. Mesela Yunus Emre'nin bizde yeniden keşfi Ziya Gökalp sayesinde olmuştur. Gökalp, Yunus Emre'yi yeniden güncelleyerek ne kadar önemli kaynaklara sahip olduğumuzu vurgulamıştır.

 Tanzimat dönemi edebiyatı ile birlikte kültür değişmesi başlamıştır. Bu sebeple bu yolda birçok sıkıntı ve acemilik de ortaya çıkmıştır çünkü bu o dönem için çok yeni bir şeydir ve başka bir medeniyetten etkilenmek çok kolay bir şey değildir. Tanzimat dönemi yazarlarımız "Ne tamamen batılı ne tamamen doğulu doğu ve batının sentezini yapmalıyız" demişlerdir ancak Batı'nın değerlerini benimsemek kolay olmamıştır çünkü arada din farkı vardır. Din aynı zamanda yaşayış tarzı da demektir. Bu dengeyi kuramadığımız zaman da karşımıza Bihruz Bey, Felatun Bey gibi tipler ortaya çıkar. Nesiller, sosyal tabakalar ve gruplar birbiriyle çatışır. Halbuki yeni bir kültüre dâhil olmak için öncelikle kendi kültürünü ve değerlerini çok iyi bilmek gerekir. Eski edebiyatımız her ne kadar güzel olsa bile çağa ayak uydurmak için bu denemeleri yapmak da gerekiyordu. İlk olarak teknik açıdan çok iyi eserler meydana gelmemişse de birçok denemeden sonra çok iyi eserler ortaya konmuştur. Onların bu denemeleri sayesinde zevkle okunacak eserler meydana gelmiştir. Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Halid Ziya, Tevfik Fikret, Ahmet Midhat Efendi yeni edebiyatımızın önemli isimlerindendir. Son zamanlarda bu isimler gibi birçok şair ve yazar da önemli eserler vermişlerdir. 






Yorum Gönder

0 Yorumlar